Hadi bana bir şarkı bir türkü söyle, biraz müzik ver!
Manikürlü tırnakları, kaygan bıyıkları ve baygın bakışlarıyla Ümit’in şarkıları kulağına geliyorsa, muhtemelen okulun önünden geçen camı açık bir Hacı Murat’tan yankılanıyordur ama kaseti teybe koyan asla sen değilsindir.
Çünkü şarkıyı kendince mırıldanmaktan öteye geçemezsin.
Bak 'Nikahına beni çağır sevgilim' diyor sıkıyorsa gidebilirsin ama gitmek cesaret ister.
'Kim bu adam?' diye sorarlarsa diye, düşünüp vazgeçiyorsundur.
Kız liselerinin önünde zilin çalmasını bekleyenler , diğer yanda içeride eteklerinin belini yukarı kıvırmaya çalışanlar var.
Bir diğer yanda ise oyunun nasıl oynanması gerektiğini zaten biliyormuş gibi davranan kıdemli abiler var,
ama ne hikmetse her dönüş yolunda ayağı kırılmış o tahta masanın vefasına razı olacak tiplerdi bunlar diyelim.
Çünkü şarkıyı kendince mırıldanmaktan öteye geçemezsin.
Bak 'Nikahına beni çağır sevgilim' diyor sıkıyorsa gidebilirsin ama gitmek cesaret ister.
'Kim bu adam?' diye sorarlarsa diye, düşünüp vazgeçiyorsundur.
Kız liselerinin önünde zilin çalmasını bekleyenler , diğer yanda içeride eteklerinin belini yukarı kıvırmaya çalışanlar var.
Bir diğer yanda ise oyunun nasıl oynanması gerektiğini zaten biliyormuş gibi davranan kıdemli abiler var,
ama ne hikmetse her dönüş yolunda ayağı kırılmış o tahta masanın vefasına razı olacak tiplerdi bunlar diyelim.
Ya merak, merakın bile bir sınırı vardı. Kendini küçük düşürmek istemiyorsan, Pink Floyd dinlemek zorundaydın. Deep Purple’ın Japonya konserinin en iyisi olduğunu, Roger Waters’tan önce Syd Barrett’ın Pink Floyd’un asıl dâhisi olduğunu bilmeliydin (hani şu inek kapaklı albüm). Çünkü tartışmalarda bilgi her şeydi ama kaynaklar hep sınırlıydı. Konserlerde alkışın bile bir estetiği vardı: Göğüs hizasında değil, yukarıda tutulmalıydı eller. Mesela Heavy Metal konserleri sinema salonlarında yapılırdı ve insanlar tuvaletlerde kıyafet değiştirip ortama daha uygun hale gelirdi.
Müzik bu dinlemek istiyorsan buyur.
Hotel California çıktı karşımıza ama gerçek anlamda asla çıkılamayan bir oteldi. Düşünsene, girdiğin yerden asla çıkamayacaksın ve bunu büyümekle ilgili adlandıracaksın.
Belkide bu yüzden her kuşak sevdi bu şarkıyı, büyüdüğünü vurgulamak istedi...
Hotel California gençliğin milli marşıydı adeta. Her kumsalda bir gitarla mırıldanılırdı .
Hala büyüyemiyeniniz varmı ?
Bizim Anadolu’ya gelince,
Burada işler biraz karışık, Dünyanın batmasını rüyanın bitmesini isteyenlerle, çeşme başında mahallenin güzel kızını bekleyenlerin hayalleri bile birbirine çarpardı. Hele ki " her gece bir kaç arkadaş gezelim sarmaş dolaş içelim sarhoş olalım eğlenelim biraz " diyenlerin ellerinden şişeleri ve jiletleri hiç düşmezdi.
Peki İstanbul çok daha mı farklıydı?
O sırada belki şehre yeni bir çocuk gelir, yağmur yağar ve gidecek fazla bir yeri olmayabilir diye bekleyen kızlar vardı.. Barış Abi’nin şarkısı vardı, Erkin Baba’nın solosu... Neşet Usta’nın sazı vardı, Âşık Veysel’in gözü görmeyen ama gönül gözüyle yazan dizeleri vardı.
Fikret vardı, Edip vardı edep vardı ve elbette müzik vardı.
"Hangi dağın ardındasın sevdiğim oyannıya dönem ağlıyam, bir mektup gönder kurban olduğum elime yüzüme sürem ağlıyam" diyen Kıvırcık Ali vardı.
Çokları vardı... daha daha niceleri vardı. Hepsi geri gelsin istiyorum acilen dünyaya…
Hadi bana bir şarkı söyle biraz müzik ver !
Beni dertli sanıyor olabilirler, inan zihnim bu şehirden bu zamandan çok uzaklarda... belki de yalnız müzik çalışıyorumdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder